13 Ağustos 2010 Cuma

"duvar kadar sessiz olursanız o yerde gerçekten var olursunuz."


lawrence durell'in "mekan ruhu - akdeniz yazıları", nice cennet tahayyülüne taş çıkartan kaz dağları eteklerinde, behramkale ile küçükkuyu arasındaki uçsuz bucaksız zeytin ağaçlarının denize kavuştuğu kumsalların birinde, bir zeytin ağacının altında geçen sekiz günlük miskinlik kaçamağımın en kaydadeğer yanıydı. sanki o kitap, ege'nin başka bir yerinde de okunamazdı.
...


fatih özgüven'in "kayıp zamanın izinde"yi yeni okumaya başlayanlara dair duyduğu kıskançlığın aynısını ben "iskenderiye dörtlüsü" için yaşarım. zaten, lawrence durrell'in bu muhteşem roman dizisi, "65 yaşımdan sonra tekrar okuyacağım kitaplar" listemin ilk sırasındadır. [tabii o yaşa sağlıklı bir şekilde ulaşırsam.]


dörtlünün ilk kitabı "justine"i şimdiden iki kere okumuşluğum var. ilk defasında öyle pek beğenmeden, hiç etkilenmeden bitirmiştim, dörtlüye devam etmeyi de düşünmüyordum sanırım.
1.5 yıl sonra beni tekrar "justine"i okumaya itenin ne olduğunu şimdi hatırlamıyorum; kayıtlarıma göre sene 1996, aylardan ağustosmuş.
ve tabii, bu ikinci kere başlangıçta herşey çorap söküğü gibi geldi, arka arkaya "balthazar", "mountlive" ve "clea" bir nefeste bittiler.
benim için kieslowski'nin "dekaloglar"ı ne idiyse, durrell'in "iskenderiye dörtlüsü" de oydu. hala da öyledir.



anglosakson yazarları orijinal dilinden okuyan hayatboyudostum burcu'ya hediye etmiştim dörtlünün tek bir ciltte toplanmış kitabını.
her ne kadar ülker ince'nin ödüllü çevirisinden hiç bir şikayetim olmamışsa da, hatta büyük zevk almış olsam da, "dörtlü"yü yazıldığı dilde keyif alarak okuyabilecek burcu'yu hem kıskanıyor hem de böyle bir arkadaşım olduğu için gurur duyuyor, onun "dörtlü"yü bir an önce okumasını ve benim türkçesinden aldığım zevkin çok daha fazlasını orijinalinden alıp, bu heyecanı benimle paylaşmasını istiyordum.
burcu o zaman yanılmıyorsam bir-iki kere denedi "dörtlü"ye başlamayı, ama 30 sayfanın ötesine geçemedi. nedendir bilmem, sevmedi, içine giremedi, bıraktı. sonrasında, ben de peşini kovamaladım, "okudun mu" diye.
herhalde hala okumamıştır...

burcu'nun aksine, diğer bir sevgili dostum nuray'la doyasıya yaşamıştık durrell kardeşliğini. can yayınlarından çıkan bir diğer harika dizi "avignon beşlisi", ayrıntı'dan "afrodit'in başkaldırısı", yine can'dan "kara defter", "labirent" hep nuray'la birbirimize pasladığımız, hayranlığımızı paylaştığımız, bittikçe de üzüldüğümüz romanlarıydı durrell'in.

sonra uzun süre durrell'in türkçeye kitabı çevrilmedi. ben almanca'dan rodos ve korfu hakkındaki kitaplarını okudum, adalar üçlemesinin son kitabı " kıbrıs - acı limonlar" da o aralar türkçede çıktı.

can yayınları uzun bir zaman sonra, iki sene evvel yine durrell çevirileri yayınladı: "sırbistan üzerinde beyaz kartallar" romanı ve rafta gördüğümde yüreğimi hop ettiren "mekan ruhu - akdeniz yazıları".
ilki durrell'in "genç erkekler" için yazdığı bir macera hikayesi; pek bir heyecanlı ancak iskenderiye ve avignon dizilerinden, kara defter'den labirent'ten aşina olunan, hayran kalınan durrell dünyasıyla hiç alakası yok.




"mekan ruhu" ise yazarın 1969'a kadar farklı dergilerde çıkan yunanistan ve fransa hakkındaki gezi yazıları, gençliğinden 1969'a mektupları, denemeleri, ilk dönem romanlarından parçalar içeriyor. 532 sayfa bir çırpıda bitiyor, hiç bitmesin diye hayıflanarak.
bu derleme sayesinde hem durrell'in kafasının içinde geziyorsunuz, günlük kaygılarına, sanatsal dürtülerine tanık oluyorsunuz, hem de onun gezdiği yerlerde dolanıyor, mesela kavafis'le, seferis'le dostluğuna tanık oluyorsunuz.
tabii, 30-40 yıl öncesinin yunanistan'ı, mısır'ı ve provence'ı da pek bir cazip; bakirliği, doğallığı ve tenhalığıyla...

mesela, 1940 haziranında atina'dan yazdığı bir mektuptan:
"Masmavi bir gün bugün, buradan ta Nafplion'a kadar pırıl pırıl; sana masmavi gökyüzünden, sudan ve zamandan bir dilim kesip göndermek isterdim. İnsan ayak başparmaklarının üzerinde yükselince uçuyormuş duygusuna kapılıyor; pencereden bütün kent ayaklar altında, bir kalkan kadar parlak ve oymalı."

1945, rodos'tan:
"Yunanistan - sessizliğin durmadan sildiği, dünyanın kıyılarındaki bu sürekli akışkanlığı, suyun alıp götürdüğü bu şeyleri yakalayamazsın. Eski mermerler ve çakıllar üzerinde güneşin sıcaklığı, ya da kulaklarında kuruttuğu ve ısıttığı ve parmaklarının arasında ufalanan tuz."


kitaba adını veren "mekan ruhu" tanımı, durrell'in 1960'da new york times'a yazdığı "peyzaj ve kişi" adlı denemeden alıyor adını.
"iskenderiye dörtlüsü" ile de harikalar yaratan çevirmen ülker ince'nin bu seferki ince işçiliğine de diyecek yok ancak tam da en önemli konuda, yani başlık konusunda yanlış yapılmış sanki; orijinali "spirit of place"deki "place", makalenin yazıldığı dönem dahil olmak üzere günümüze kadar mimarlık kuramında -özellikle de christian norberg-schulz tarafından- kullanılan ve felsefi derinliği de içeren bağlamıyla aslında tam da basit türkçe çevirisi olan "yer"i karşılıyor, "mekan"ı değil.
yani, "mekan ruhu"dan ziyade "yerin ruhu" durrell'in kastettiğine daha yakın bir çeviri olurdu sanki.

bu denemede durrell bütün kültürlerin en önemli kurucu öğesinin, dilden ve hatta dinden de bağımsız olarak, yaşanılan mekanın/yerin ruhu olduğunu savunuyor. insanların içinde yaşadıkları peyzajın yansıması olduklarından bahsediyor. norberg-schulz'un yer ile mimari arasında kurduğu paralelliği durrell yer ile insan arasında kurarak genişletiyor.


kendi deyişiyle "bir yerlerden alelacele geçip gitmekle değil, o yerlerde yaşamakla ilgili" kitapların yazarı lawrence durrell'le kaz dağı'nın eteklerindeki bir zeytin ağacı altında buluşmak pek keyifliydi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder